Kötü – İyi, Ruhlar ve Cinayetler! (Episode – 3)
Bâde içen âşık, saz çalmayı ve şiir söylemeyi rüyasında öğrenir, bir mahlas alır ve şiirleri bu ilahi kaynağa dayandırıldığı için ruhani bir otorite kazanır. Şiirlerdeki sözler, artık sadece kendisinin değil, “Hak’ın söylettiği dil” olarak görülür.
Sabah Güneş’i doğurmak üzereydi. İnce bir rüzgar üst komşumun balkonuna astığı mistik eşyalara çarpıyor ve gürültü ile sakin bir müzik arasında bir ses yankılanıyordu evde. Gözlerimi açtığımda Fırat yatakta yoktu. Evin içinde “Fırat” sesleri arasında dolaştım fakat çoktan gitmişti. Uzun ve zor bir geceydi. Bazen geceler uzar, uzar da bir karadelik gibi içine çeker sizi. Nefes alamaz, boğulursunuz adeta. Öyle bir geceydi işte. Saat henüz 05:55. Giyindim çıktım. Bu saatlerde dışarı çıkmanın en güzel yanı, kepenk sesleri, fırınlarda hazırlık yapan insanların minik adımları ve çöp kamyonlarının arkasındaki insanların seslerini hissediyor oluşunuzdur. Yavaş adımlarla Fırat’ın evinden çıkıp, kendi evime doğru ilerledim. Bir çok sokak, bir çok cadde ve bir çok bina! Evime varmadan telefonum çaldı. Arayan Fırat’tı.
– Selam Fırat, ben de evime geçiyordum.
+ Selam Nadya. Seni evde bulamayınca merak ettim. Sana bir konum atacağım oraya gelebilir misin ?
– Geliyorum.
Fırat’ın gönderdiği konuma doğru gitmek için taksiye bindim. Eski, derme çatma evledin bulunduğu bir mahalleydi. Güneş tam olarak ben bu mahalleye varınca aydınlattı gökyüzünü. Sanki o mahalledeki renkleri görmemi istiyordu Tanrı. Fırat bir evin bahçesinde oturmuş sigara içiyordu.

– Hey ne yapıyorsu burada!
+ Hoş geldin Nadya. Teşekkür ederim.
– Neden buradayız Fırat? Yoksa birini mi öldüreceğiz?
+ Evet, birini öldüreceğiz.
Aslında bu biraz ani olmuştu. Oysa ben birini öldürmeden önce günlerce hazırlık yapar, kabullendikten sonra öldürürdüm.
– Ben şaka….
Fırat elimi tutup kendine çekti ve öptü…
Hiç bir şey demedim ve Fırat’la birlikte eve girdik. Ev, mistik ve babaanne kokuyordu. Sıcak bir geçmiş yaşanmış gibi duruyordu. Yer divanları, eski kilimler, danteller vs. Fırat sobayı yaktı ve mutfağa doğru yöneldi.
+ Nadya otur ben çay yapıp geliyorum.
– Neresi burası Fırat? bir açıklama yapmayacak mısın ?
+ Evim…
Meraklı bakışlarım arasında Fırat yer sofrasında kahvaltı hazırladı ve oturduk.
+ Burası babaannemin evi. O öldükten sonra bu ev bana kaldı. Tek torundum zaten. Bırakmadım bu evi. Ara ara gelip bu evde manevi olarak kendimi tamamlarım.
– Çok güzelmiş. Ben vazgeçmeyeceğim Fırat.
+ Seni vazgeçirmeye çalışmayacağım. Seninleyim ben de.
– Kimi öldüreceğiz peki?
+ Beni…
– Nasıl!
+ Annem beni doğururken öldü. Babam “Sen katilsin.” deyip beni almadı yanına. Babaannem ve dedemin yanında büyüdüm. Ben annemi öldürdüm Nadya! Sürekli bir katilmişim gibi hissettim ve bu yüzden cinayet büroya geçtim. Her bir katili yakaladığımda babam ve annem beni affedecekmiş gibi hissettim.
– Sen katil değilsin Fırat! Sen o canilerin o kadınları öldürürken nasıl bir yüz aldıklarını biliyor musun? Emin ol ki hiçbirinde bebek masumiyeti yoktu!
+ Çocukken bir rüya gördüm, annem bana bir bağlama veriyordu ve önünde oturup ona bağlama çalıyor ve bir şiir okuyordum…
Fırat duvarda asılı olan Bağlama’yı aldı eline ve önüme geçti,
“Ervah-ı ezelde levh-i kalemde,
Bu benim bahtımı kara yazdılar,
Gönül perişandır devri alemde,
Bir günümü yüz bin zara yazdılar …”
+ Aşık Sümmani.
Bağlamayı duvara astıktan sonra,
+ Nadya, haklısın… Senle tanışana kadar kendimi sürekli suçladım…

Fırat’ın cümlesini bitirmesini beklemeden onu öpmeye başladım. Öpüştükçe yeniden doğuyor, doğdukça yeşeriyorduk. Portakal kokusu sarıyordu etrafı.
+ Bugün öldürmeyeceğiz Fırat, bugün doğma günü…
Güneş etraftaki evlerin arasından bir yol bulup evin penceresinden içeri sızmış, etraf turuncu bir renk almıştı…
Leave a Reply